6 Kasım 2025 Perşembe

Dinginlik



Dinginlik  🌿

Bir şeyleri değiştirmeye çalışmaktan vazgeçtim.

Çünkü değiştirmeye çalıştığım çoğu şey benim dışımda bir düzene aitmiş.

İnsanlar, olaylar, zaman...

Hiçbiri benim kontrolümde değil.

 

Her şeyin kendi yolunda, kendi ritminde aktığını gördüm.

Meğer yaşam direnmek değilmiş;

bazen sadece akışa izin vermekmiş.

 

Artık sessizliğin sesini duyuyorum.

Bir rüzgâr estiğinde,

yaprakların arasında saklı duran o huzuru hissediyorum.

İşte ben o huzurun içinde yürüyorum.

Ne geleceğe dair bir acelem var, ne de geçmişe sitemim;

varoluşun kendi ritmiyle aynı hizadayım.

 

Kimseyi dönüştürmek istemiyorum artık.

Herkes kendi zamanı kadar olgun,

kendi yarası kadar sessiz,

kendi hikâyesi kadar eksik ve güzel.

Artık biliyorum.

Ve bilişin kendisi bile sessiz bir kabulleniş.

 

Kalbim artık telaşsız.

Sözlerim bir yere yetişmeye çalışmıyor.

Her şey olması gerektiği kadar yerli yerinde,

olması gerektiği gibi dingin.

 

Dingin olmak vazgeçmek değil;

dünyayı olduğu haliyle sevebilmekmiş.

Kendini ve yaralarını da.

Hiçbir şeyin eksik olmadığını,

her şeyin zaten çoktan tamam olduğunu fark etmekmiş.

 

Ve şimdi…

hayatı değiştirmeye çalışmadan,

onunla aynı ritimde nefes alıyorum.

Ne geri çekiliyorum hayattan,

ne de ona karşı duruyorum.

Sadece onunla birlikte akıyorum;

bilerek, hissederek ve şükrederek.

Dünyanın kalp atışına karışıyorum.

Sadece varım.

Sadece dinginim.


Öz., Kasım 5, 2025

Fotoğraf: Öz., Aralık 2019, Kampüs


3 Kasım 2025 Pazartesi

İş Çıkışı İçsel Bir Monolog

 


İş Çıkışı İçsel Bir Monolog

 

Mesai bitti. Okuldan çıktım, metroya doğru yürüyorum. Kulağımda M. Yılmazyıldırım’dan “İzler” çalıyor. Bu şarkıda özellikle kemanın tınısını seviyorum. Dinlerken; bir başkaldırıdan sonra gelen kabullenişi, içsel bir yolculuğu ve ardından gelen dinginliği hissediyorum… “Hüzünlü bir veda ile kaybolup gideyim” diyor. Ah, ne çok isterdim ben de gitmeyi…

Bana bir de şu şiiri hatırlatıyor:


“Bir misafirliğe gitsem

Bana temiz bir yatak yapsalar

Her şeyi, adımı bile unutup, uyusam…

Kalktığımda yatağım hâlâ lavanta koksa

Kekikli zeytinli bir kahvaltı hazırlasalar

Nerede olduğumu hatırlamasam

Hatta adımı bile unutsam…”

 

Ben de adımı unutsam. Soru sormasalar… Tanımadığım sokaklarda yürüsem…

Ama metroya doğru yürüyorum. İnsanların yüzlerine bakmıyorum; sadece iş çıkışı telaşını, hızlı adımlarını izliyorum. Bilimsel bir açıklığı var mıdır? bilmiyorum ama bence insanlar, önlerinde hızlı yürüyen başkaları varsa, ritmi yakalayıp hızlanıyorlar. Ben ise tam tersi; adımlarım yavaş, kendi ritmimde.

Yürürken aklıma Sait Faik’in “iş avutur” sözü geliyor. Tüm bu insanlar için de geçerli mi? bilmiyorum. Yüzlerindeki o yorgunluğu görüyorum. Belki de Tanpınar’ın dediği gibi insan beyhude çalışırsa çabuk yorulur. İşe anlam katmak önemli. Ama kim hatırlayacak bunu, iş çıkışı koşturan insanlar arasında?

Belki de yorgunlukları yalnızca işten kaynaklanmıyordur. Belki kalplerindeki kırgınlıklar, sessizce biriken özlemler, söylenmemiş sözler, yarım kalmış hayaller ve uykusuz gecelerin sessiz yükü ile birleşiyordur. Her adım, sadece iş temposunun değil; geçmişin yükü, geleceğin belirsizliği ve bugünün ağırlığıyla da doludur. İnsanlar bu ağır yükleri taşırken, yüzlerinde gördüğüm o yorgunluk; yalnızca bedenin değil, ruhun yorgunluğudur. Fark edilmeyen bir mücadelenin… sessizce taşınan bir yükün gölgelerde saklanan ağırlığının… sessiz çığlığın… ruhun derinliklerinin yorgunluğu…

Sağımdan ve solumdan insanlar geçiyor; benim adımlarım ise hâlâ ağır. Asansör kullanmak istemiyorum, yürüyen merdivende de yürümüyorum; sağda bekliyorum. Bu sefer karşı merdivendeki insanlara bakıyorum. Aynı telaş, aynı hız… Oysa hayatın hızlı temposu içinde yavaşlamak, gözlemlemek ve kendinle bağ kurmak güzeldi. Solumdan insanlar hızlıca merdivenden iniyor. Sanırım tren yaklaştı. Bir treni kaçırmışım, diğerine binmişim, oturmuşum, oturmamışım, artık hiç fark etmiyor.

Önümden tren hızlıca geçiyor; ışığını izlemeyi seviyorum. Bir film şeridi gibi… Geçmiş, tünelin duvarlarından sıyrılıp yüzüme dokunuyor.

Sonraki trene biniyorum. Ayaktayım. Camdan gözlerimin içine bakıyorum. Gözlerimin içine bakmayalı çok mu oldu diye düşünüyorum. Ben bunları düşünürken metro karanlığın içinden akıyor; ışıklar cama vuruyor, geçmiş gözlerimden süzülüyor, ruhumun derinliklerinden geçip hatıraları uyandırıyor. Çocukluğum, eski bir yaz akşamı, yarım kalan bir cümle beliriyor. Hepsi bir anda gözlerimin önünde dans ediyor.

Her istasyonda bir ışık çakıyor ve ben o ışıkların arasında kendimle baş başa kalıyorum: bir uyanış, bir hatırlayış… Her ışık, sadece tüneli değil, kalbimi de aydınlatıyor. Hayallerimi, tutkularımı, başardıklarımı ve başaramadıklarımı hatırlıyorum. “Neden böyle oldu?” duygusu… Camın ardında bir bakışa yakalandığım an, içimdeki sessizlik dağılmaya başlıyor.

Gideceğim yere varmışım; henüz hayallerime varamasam da… Bugün o ışıklar, sadece tünelin değil, içimin de haritası oldu.

 

Öz., Ekim 31, 2025

Fotoğraf: Öz., Metro, Göztepe-Kadıköy/İstanbul, Ekim 14, 2025


24 Ekim 2025 Cuma

Rüzgârla Savrulan İncelikler ya da Sadece Otlar

 


Rüzgârla Savrulan İncelikler ya da Sadece Otlar

 

Şu videodaki otların önünden geçeriz çoğu zaman.

Hayatın telaşında onları hiç fark etmeden…

Bir yol kenarında, bir tarlanın ucunda, gözümüzün kenarında kalırlar hep.

Tıpkı farkına varamadığımız sessiz güzellikler gibi…

 

Oysa ben onları durup izlemeyi severim.

Rüzgârla savrulurken gökyüzüne uzanan narin başları,

Bir an birbirine çarpıp sonra kendi yalnızlıklarına dönmeleri…

Direnmeden, şikâyet etmeden;

Eğilip bükülür, sonra yeniden doğrulurlar.

Sanki rüzgârla kavga etmeyi değil, onunla konuşmayı seçmiş gibidirler.

 

İnsan böyle olamıyor işte.

Zamana, değişime, kendine direniyor.

Akışa değil, savaşa inanıyor.

Belki bu yüzden yorgunuz, belki bu yüzden hiçbir şeyi fark edemiyoruz.

Bir gün bitiyor, ardından bir diğeri geliyor,

Ve biz o iki günün arasına hiçbir anlam sığdıramıyoruz.

 

Dünya hızlı.

Bizler ise koşturuyoruz;

Hep bir yere yetişme telaşında, hep bir sonraki anın peşinde.

Adımlarımız hızlı, bakışlarımız kısa, düşüncelerimiz sığ.

Durmak artık lüks, güzellikler fark edilmiyor.

Fark etmek, unutulmuş bir sanat.

Bir rüzgârın sesi, bir gölgenin düşüşü, bir otun dansı…

Hepsi orada ama biz başka bir yerdeyiz.

 

Bir an durmayı denesek, bir nefes alsak,

Belki o otların dansını fark ederiz.

Belki de fark etmediğimiz şey, sadece otlar değildir; kendimizizdir.

 

O otlara bakarken bazen şöyle düşünüyorum:

Basit olan neden bu kadar uzağımızda?

Belki büyüdükçe karmaşıklaştık.

Daha çok şey istedik ama daha az hissettik.

 

Bir ot, rüzgârla birlikte eğilip kalkarken

Bize sabrı, esnekliği, kabullenişi anlatıyor aslında.

Toprakta kalmayı ama rüzgâra da izin vermeyi...

Hayatın sırrı belki tam orada gizli:

Direnmeden dimdik kalabilmek, kırılmadan eğilebilmek.

Ve belki de hayatın anlamı o sessizliktedir;

Bir otun rüzgârla anlaşmasında.

 

Bazen durup sadece izlemek gerek:

Bir otun rüzgârla dansını,

Bir anın kendiliğini.

Çünkü o anlarda dünya susar,

Ve insan nihayet duymaya başlar.

 

Ben duydum:

Belki de hayat, yavaşlayanların ödülüdür.

Bir otun dansını görebilenlerin.

 

Öz., Ekim 24, 2025

Video: Öz., 🌿Haziran 20, 2024. Yalova-Çınarcık


20 Ekim 2025 Pazartesi

Kendi Hâlinde Olmanın Zarafeti 🌿


İnsanlar güzelliği hep yanlış yerde aradılar.

Bir yüzün simetrisinde, bir bedenin ölçüsünde, bir etiketin ağırlığında...

Oysa ben, hiçbir zaman orada bulamadım güzelliği.


Gerçek güzellik ne aynalarda ne gösterişte ne de kalabalıkların alkışında gizlidir.

Ben hep başka bir şey aradım: kendi hâlinde olmanın sessiz zarafetini.

Sessiz ama anlam dolu, sakin ama derin bir varoluşu….

 

Kendine yeten, kendi işine bakan;

başkalarıyla yarışmayan, sessizce üreten, iç dengesini koruyan insanları.

Bir şey kanıtlamaya çalışmadan ışık saçanları…

İçlerinde gösteriş değil, sükûnet taşıyanları…

 

Bağırmadan var olan, parlamaya çalışmadan ışık saçan bir dinginlik...

Hep onlar bana çekici geldi;

çünkü hiçbir şey olmaya çalışmıyorlardı…zaten kendileriydiler.

 

Bir tür “Ben buradayım ama göz önünde olmam gerekmiyor” hâli.

O sakinlik, o içe dönüklük, bende saygı uyandırır.

Bilirim ki o insanın enerjisi dışarıya değil, kendi içine dönüktür.

Onu kendini kanıtlamaya değil; üretmeye, yaşamaya, düşünmeye harcar.

 

Güzellik, dışarıdan bakınca dikkat çekebilir belki,

ama benim için asıl çekicilik bu içsel duruştadır.

Bir yüz değil, bir tavır etkiler beni.

Kendini sessizce var eden bir insanın yanında huzur bulurum.

Kendi içine çekilen, ama orada bir dünya taşıyan o duruluk…

 

Ne rekabet vardır o hâlde ne gösteriş.

Sadece “olmak” vardır… Sade, derin, gerçek bir varoluş.

 

Gerçek güzellik, fark edilmek için değil,

kendin olabilmek için gösterilen cesarettir.

 

Ben artık o hâli seviyorum;

Dünyayla kavga etmeden, kendi içindeki sükûnetle güçlü kalmayı.

Kendimle barıştıkça, dünyanın gürültüsünden uzaklaştıkça,

güzelliğin en sessiz hâlinin aslında en gerçek hâl olduğunu fark ediyorum.

 

İşte tam da bu yüzden benim yolum sessiz.

Ama o sessizlikte bir denge, bir bütünlük var.

Kendimle konuşmayı, susarak anlatmayı öğrendim.

Bu asla bir kayboluş değil, bir dönüş.

Sesimi kısmadım; sadece sessizliğin dilini öğrendim.

Artık parlamayı değil, ışık olmayı seçiyorum.

Çünkü kendi içimde yandıkça dışarıyı aydınlatmanın yolunun oradan geçtiğini biliyorum.

 

Öz., Ekim 15, 2025