Kitap Özet/Yorum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kitap Özet/Yorum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Temmuz 2011 Pazar

KARANLIKTA (Was Dunkelheit War)

Kitapta ,kendisine bir türlü kimin miras bıraktığını hatırlayamadığı bir evde hasta yatağında yatan bir savaş suçlusunun karanlık geçmişi anlatılıyor.Kimi zaman şimdiki yaşamından kimi zaman geçmişten sürekli ayrıntılı tasvirler yapılmış.Bir üniforma ayrıntısı, makineli tüfek,sobada bir el,öksüren bir ses,bir namlu silueti,ayak sesleri,geçmişin derinliklerinden canlanan silik anılar,cevapsız sorular,yüzleşmeler,kendisine evi miras bırakanların , gecenin irkilten sesleri ve gölge misali bir yabancı...
Kim bu yabancı?Yaşlı adamın anılarının hiçbir köşesine yerleştiremediği tehlikeli biri mi?Yoksa bütün ömrü boyunca bastırdığı korkunç bir suçu ele vererek ete kemiğe bürünen öteki benliği mi?”

Aslında bunlarla yüzleşmek istemez,yaşadıklarından sıyrılmak ister .
Aradan çıkarması gereken,gözden kaçırmış olduğu bir şey gibi görürdü bunu.Hayali bir sınırdan,kendi varlığının sınırından ona doğru uzanan bir şey.İşte bu sınır,hep çok yakınlarda olmuştu,oysa uzun yaşamı boyunca kendisini bu sınırdan uzaklaştıracağını umut etmişti.Daha emin,ortalarda bir yere doğru.Başka pek çok kişinin daha bulunduğu bir yere doğru.”

Ve geçmişte yapmış olduklarından dolayı sürekli üşüyen bir adam.
Yaşadığı onca yaza rağmen ,bir şeyler hep kalmıştı.İçinde saklı,buz gibi,dokunulmaz ve soğuk bir çekirdek.”
..bu soğuğun sadece yıllardan beri kendi içinde hakim olmuş bir başka soğuğun karşılığı olduğu ve şimdi dışındaki soğukla içindeki soğuğun birleştiklerini hissetti.”

Kitap 2003 yılında Ingeborg Bachmann Ödülü'ne layık görülmüş.Fakat benim okumaktan zevk aldığım kitaplar arasında yerini alamadı.

Kitaptan Seçtiklerim :
Geçmişin tozu gözle görülmüyordu,onu silkelemek bir umut uyandırmıyordu.” 

Zaten geçmiş te geçmiş değil.”

Bir şeyi kendi isteğiyle yapmanın ne anlama geldiğini düşündü.Bir sonuca varamadı.Bir dizi durumun sonucu muydu?İnsanın,her halükarda yanlış veya daha da kötüsü , her halükarda anlamsız davranma baskısı olmadan kendi iradesini,kendi yargılama yetisini kullanmasına imkan veren bir şey miydi?Yoka tersi miydi,görünürde hiç seçme şansı olmasa bile insanın her an kendisinin karar verebilme iç özgürlüğü müydü?”

İnsan bu yeryüzüne geliyordu,yaşıyordu,ama zamanın nasıl geçip gittiğini hisetmiyordu ve sonunda yaşam bitiyordu ve hiçbir şeyi kavramadığımızı kabullenmek zorunda kalıyordunuz,en basit şeyleri bile kavramadığınızı.”

Az uyku,ince veya fazla bir yorgan gibiydi,insanın durup dinlenmeden ve tetikte kalarak çekiştirmesi gereken bir şey.Böyle bir uykuda ,huzursuzluk veren ve bir tehlikeye doğrudan işaret etmeyen bütün gürültüler,onları rüyanın içine çeken hareketlerle silkelenip uzaklaştırırlar,bu soğuk bir uykudur,insan ısınamaz,soğuktan titreyerek uyanır.”

Bir şeyleri aramaktan hoşlanmıyordu.Onu rahatsız eden,acil olarak ihtiyaç duyduğu şeyin elinin altında olmaması duygusu değil,o anda kendisine ait olan başka nesnelerin de bulunmaları gereken yerlerde bulunmuyor olabilecekleri ve böylece ipuçları gibi,kendi yokluğunda kendisi hakkında bir şeyleri ortaya koyabilecekleri ihtimaliydi.”

Karanlığın ne olduğunu anlamaya çalıştı , ne kadar amansız ve mutlaktı , hiçbir şey karanlığı yerinden kıpırdatamazdı. İnsan böyle bir karanlığın ancak çok küçük parçalarını aydınlatabiliyordu ,güneşin karşısında tüm ışık kaynakları gülünç kalıyordu. Çok güçlü lambaların bile sınırlı ışığı vardı.”


Öz.

29 Temmuz 2011 Cuma

MAHALLE KAHVESİ


Sait Faik Abasıyanık'ın Mahalle Kahvesi adlı kitabı Varlık , Yedigün, Büyük Doğu ,Yaprak ,Yürüyüş v.b.dergilerde yayımlanmış ya da hiçbiryerde yayımlanmamış 22 tane hikâyeden oluşuyor. En çok sevdiğim Dört Zait , Karanfiller ve Domates Suyu , Bir İlkbahar Hikayesi , Süt adlı hikâyeleri oldu.Dört Zait hikâyesi şöyle başlıyor :

Yolda bir cigara yakmak canınız istese,kibritiniz de olmasa ,gidip te kimden yakarsınız?Bir yol sormanız lazım gelse,kime sorarsınız?Bir kalabalığın toplandığı yerde ,ne oldu acaba,diye kime dersiniz?Ben öyle adamlardan biriyim.”

Ben de bu soruların cevaplarını önceden hiç düşünmemiştim.Kendimize yakın gibi hissettiklerimize mi soruyoruz , bizden farklı olanlara mı ya da kime rastladıysak O'na mı? Yazar bu soruları sorduğumuz kişileri psikolojik ve fizyolojik olarak incelediğimizi düşünüyor.Ama hikâyenin sonu başka bir konuyla birleşiyor.
İyi okumalar dilerim..

Kitaptan Seçtiklerim : 
Beyinin vapurdan iner inmez çantasını kapan uşaktan iğrenmeyi,sabahleyin altı buçukta tabiatla kavga için sokağa fırlayan adamın çalışmadığını kendi kendime öğrendim.Ama şu sabahleyin altı buçukta tabiatla kavga için sokağa fırlamayan adam,isterse akşama kadar insanları aldatmak için didinsin.Kaç para eder!”

Her şey,bütün insanlar seni bekliyor.Onların arasında oynadığın oyunu bitirmeye mecbursun.Yeniden doğulmaz.Doğsan bile n'olcak?”Seni iki senede,iki senede değil ,iki günde aynı insan ederiz.Aynı kendini düşünen ,aynı haris,aynı kıskanç,aynı kötü huylu ,aynı sarhoş ,aynı budala oluverirsin.Seni aynı hastalıkla yıkmak için elimizde her şey var.”

Şu ömrü mevsimlere benzetenler iyi etmiş doğrusu.Herkesin bir ilkbaharı,bir yazı,güzü,kışı oluyor işte.İnsanın ilkbaharı,öteki hayvanlara bakarsak geç başlıyor.Bir at bir yaşında,hadi hadi iki yaşında ilkbaharındadır.Bir kuzu altı ayda koç olur.Ama insanoğlu ilkbaharını yirmisinden önce pek idrak edemez.Yirmiden evvel idrak edilen ilkbahar,bir yalancı ilkbahardır.”

Bu şehirde düşünülemez.Düşünmek iyi değil,sıhhate muzurdur.Allah'ı bile düşünemezsin.Düşündün müydü karşına O'nun namına iğrenç mecmualar,nefesleri yırtık para kokan şairler,ölü bekleyen imamlar çıkar.Avaidini isterler”

Bütün iyilikleri ,bütün dostlukları ,tulumba gibi emeriz.Sonra dostluklar,iyilikler de kuyular misali kurur.”

Şu uyku insanın sevgilisi gibi bir şey,gelmeyince sinirlendiriyor.”

Birden her günkü hayatın deli gömleğini sırtımda düğümlenmiş buldum”
  
İşsizlik insanı yorar.”

Öz.

23 Temmuz 2011 Cumartesi

YERALTINDAN NOTLAR

     Aslında Dostoyevski'nin Ezilenler adlı romanını okurken birden kendimi Yeraltından Notlar'ı okurken buldum.Nedense hiçbir zaman tek bir kitap okuyamıyorum.Sanırım birkaç tane birden başlayıp hepsini bir aynı anda bitirmekten zevk alıyorum.Daha fazla okuma alışkanlıklarımı deşifre etmeden kitabı anlatmaya başlasam iyi olacak.

    Kitap için gerçek dünyadan kendisini soyutlamış,asosyal,insanlardan nefret eden, kimi zaman insanları küçümseyen, kimi zaman yücelten, hiçbir kalıba ve düzene sığmak istemeyen, yaşadığı toplum içerisinde kendini kabul ettirme çabası içinde olan,aslında bunu toplum içinde var olmaktan ziyade yaşamda var olmak için çabalayan,kendi gerçeklerini bulmaya çalışan,ruhunun gelgitleri,iç çatışmaları,bazen kendine bile itiraf etmekten korktuğu düşünceleri,kaçışları ,kaygıları,çelişkileri olan modern dünyayla özgürleştiğini sananların aslında tutsaklaştıklarını düşünen,gitgide yalnızlaşan,anlaşılamayan ,kendini bir türlü anlatamayan bir adamın oldukça içten,dürüst ifadelerle anlatılmış yaşamı diyebiliriz.
Ayrıca kitapta Rus aydınları,batılılaşma hareketleri,doğa yasalarını sorgusuz kabul etme ve toplumun bizlere sürekli bir şeyler empoze etmesi de oldukça eleştirilmiş.

Anne babasız büyüdüğü için kendine bakanlar tarafından azarlanan küçük görülüp yatılı okula verilen kendisi küçük yaştan itibaren hem ailesi hem de okuldaki arkadaşları tarafından alaya alındığı için kendisi de içten içe diğer insanları alaya alan,aşağılayan zeki ama tutarsız bir kişilik.Bu aşağılık kompleksiyle sürekli cevap vermeye çalışan ama bir türlü başaramayan harekete geçse bile önemsenmeyen silik bir kişilik.

Roman kahramanı işte bu aşağılanmalar,paylamalar,küskünlükler,kuşkular,problemlerle kuşatılınca ve kendi içindeki gerçekleri bulmak için kendisine bir yeraltı oluşturmuştur .Aslında yeraltı onun bilinçaltı,benliği,karanlık dünyası. Bu yeraltında sınırsız sorgulama,hayal,düş var.Aynı zamanda toplumdaki yozlaşmışlığa,samimiyetsizliklere karşı çıkan zaman zaman bu yer altından çıkan ama tekrar değersiz ve aşağılanmış hissettiğinde ve sağlıklı bir iletişim kuramadığında tekrar insanlara ,kalıplara,topluma duyduğu nefretle yeraltındaki hesaplaşmalarına dönen kendi tanımıyla ‘hasta’bir adam var.

Hazzın,acının,mutluluk kavramının gerçekte ne olduğunu bulmaya çalışır. Kimi zaman acılardan mutluluk duyarken, kimi zaman da insanların kendisiyle alay etmesinden ;hatta tokat atmasından zevk duyar.Bazen kendi yaptığı alçaklıkları,uğradığı hakaretleri ,yapayalnız olduğunu düşündüğünde  bundan büyük bir zevk alır. İnsanların korkaklığın adını “ölçülü davranmak” olarak değiştirdiğinden şikayet eder.Bazı kavramların insanlar tarafından dayattırılmasına karşı olan bir adam.. Kalıpları, insan özgürlüğünün önündeki ‘’taş duvarlar’’ olarak görür.

Aslında bu ve başka yönleriyle Aylak Adam C.karakteriyle benzerlik gösteriyor.İkisi de çalışmayı önemsemeyen,Yeraltı adamı akrabasından kalan mirastan sonra işten ayrılan,C.bildiğimiz gibi bir mirasyediydi zaten.İkisi de topluma yabancılaşmış,toplum tarafından dışlandıklarını düşünen,topluma aldıkları tavır benzer özelikler gösteren,anti sosyal,tek başınalık,hayatı anlamlandırmada zorluk çeken,diğer insanlar gibi alışılmışlığın kolaylığına kaçmak istemeyen farklı olmak isteyen ,arayış içinde olan adamlar..Her ikisinin ismi romanlarda yoktur.Bu belki de onları bu noktada diğer insanlardan ayırıyor.Onlar tanımlanmamış,belirli kalıplara oturtulmamış,hapsedilmemiş.Ama ben Aylak Adam’ın işinin daha zor olduğunu düşünüyorum.Çünkü Yeraltı adamı kendi oluşturduğu dünyasında toplumla çok fazla iç içe değil.Oysa C.sürekli onlarla meşgul.Bu ikiyüzlülüğün içinde.Yeraltı adamı bazen yerüstüne çıkabilme isteği duyuyor.Bazen kızıp tekrar Yeraltına iniyor.Oysa C.nin böyle bir seçeneği yok.C’nin insan içine karışmak için tek seçeneği sinema.Ve en önemlisi de C. gerçek sevgiyi arıyor.

Tekrar kitaba dönersek,

Kitap iki bölümden oluşuyor.YERALTI ve SULU SEPKEN.Yeraltı adlı bölümde kendine ait gizli düşünceleri,toplumumuzda varoluşunun nedenlerini açıklar.Sulu Sepken adlı bölümde ise eski arkadaşlarıyla buluştuğu bir akşam yemeğinin ardından gelişen olaylarla aslında toplum-insan-ahlak sorgulaması yapılıyor.
Dostoyevski ‘Elinizdeki notlar ve yazarı elbette ki uydurmadır’ dese de çoğu  kişi gibi bu yeraltı adamının ben de Dostoyevski olduğunu düşünüyorum.Çoğu yerde neden yeraltına girdiğini ve neden hep bir şeyler yazma ihtiyacı duyduğunu okurlarıyla tartışırcasına,bazen ‘ne düşündüğünüz önemli değil’ diyerek kimi zaman alaylı bir üslupla anlatır.

Zaten kitabın sonunda ’Belki de benimkisi ,edebi bir yapıt yazmak değil de suçlarımın bedelini ödemek oldu.’cümlesiyle yazdıklarının kendi bilinçaltı olduğunu doğrular.

 Eğer siz de bu yer altı adamından yola çıkarak kendi varlığınızı çözmek ,kendi gerçeklerinizi bulmak isterseniz bu kitabı okumalısınız.


Öz.
19 Temmuz Salı

1 Temmuz 2011 Cuma

Aylak Adam

Tutunamayanlar'ın romanı.Çoğu kişiye göre Tutunamayanlar'dan önce Aylak Adam vardır..

Roman çok özgün bir anlatımla yazılmış.Sürükleyici bir kurguya , toplumla ilgili güçlü tespitlere sahip, modern zaman insanlarıyla, toplum-kişi çatışmaları, kadın-erkek ilişkilerindeki tutarsızlıklarla ilgili birçok eleştiri mevcut.Yazarın o dönemde yaşamını köyde sürdürüp şehri ve şehirli insanı böylesine güzel analiz etmesi de ilginçtir doğrusu..

Roman her şeye karşı olan, ne iş yapıyosun sorusuna Aylak'ım diye cevap veren, farklı olmak adına kalıpları, kuralları,rutinleri reddeden,düzene inat özgürlüğüne düşkün, günlerini sokaklarda hayalindeki kadını arayarak geçiren,aradığını bulacağına dair hep umut taşıyan,geçmişi ve şimdiyi birlikte yaşayan ,belki de hepimizin içinde biraz var olan,dışarı çıkaramadığımız bir hayatın hikayesi.

İlk bakışta kitapta özneler birbirine karışmış gibi görünebilir.Bu yüzden ilk olarak size roman kahramanlarını tanıtmakla başlayayım.

C'nin babası: Yaşamadığı için romanda onu C.nin bahsettiği olaylardan tanımaktayız.Komisyonculuk yapar.C.hep ona benzemekten korkar.Babası kadın düşkünüdür. Hizmetçilerle gönül eğlendirir.Evde en sık değişen şey hizmetçilerdir. Çocuğuyla ilgilenmez.Akşam yemeklerine nadir olarak gelir.O yemeklerdeki sessizlik te zaten çok sıkıcıdır.
Zehra Teyze:C.annesini bir yaşında kaybettikten sonra teyzesi Zehra tarafından büyütülür.Mavi gözlüdür.Aslında C.başkalarında onu arar.Sevgililerinin mavi gözlü olması belki bundandır.C.’nin babasıyla ilişkisi vardır.
B: C'nin sürekli aradığı kişidir. Sami'nin ablasıdır.Mavi gözlüdür.Yüksekokul örencisi ve Güler’in arkadaşıdır.
Ayşe: C nin ayrıldığı sevgilisi. Ressamdır.İnsan resmi yapmaz.
Güler: C. bir dönem aradığını sandığı kişinin Güler olduğunu düşünür.Gözleri koyu mavidir. Fakültede öğrencidir.B.’nin en yakın arkadaşıdır.Geleneksel bir aile yaşantısı vardır. Hayalinde evlenmek,çoluk çocuk sahibi olmak arzusu vardır.Bu yönüyle C.’den ayrılır.
Sadık: C'nin ressam arkadaşıdır.Resim atölyesi ve öğrencileri vardır. Orada hocalık yapar.
Sami: B'nin kardeşidir. C'nin her zaman gittiği resim atölyesinde Sadık’ın öğrencisidir.Yeteneklidir.C nin de bir portresini yapar.Portrede C.nin ruh halini o kadar iyi yansıtmıştır ki.Sürekli kulağını kaşıyan C.’nin elini resimde bir ikilem içinde havada çizmiştir.  
Erhan : B’nin ayrıldığı sevgilisidir.
Necmi, Fatma, Selma : Atölyedeki diğer öğrencilerdirler.
Şaşı hayat kadını: Sinemaların loca bölümünde anlaştığı müşterileriyle takılan bir hayat kadınıdır. C onu teyzesine benzetir. “ Şaşı kadın karmaşık yollardan bana Zehra teyzemi getiriyordu. Dizinde yatarken yalnız benim bildiğim kokuyla dolu, kimi duran , kimi kıpırdayan dudaklarına bakardım. Arada eğilir, ben büyük , inanılmaz bir şeyler olacağını beklerken salt burnumun ucunu öperdi. Yüzü bana inerken gözleri şaşılaşırdı.”
Aktör: Aylak adamın meyhanede karşılaştığı bir aktör. Çok konuşan biri.
Selim: C. Ayşe ile Selim’e yolda rastlamış ve Ayşe’nin sırf yüzü kızardığı için kendisini Selim ile aldattığını düşünmüştür.
Haluk: Ayşe'nin eski sevgilisidir.
Kemal: Paris’e gidip dönen ,Ayşe ile olan ressamdır.C’nin evinde yan yana duran tablolardan biri Ayşe'nin diğeri ise Kemal'indir.
ve
 
C:Romanın başkahramanıdır.Adı yoktur.Romanda C.olarak geçer .Belki de Yusuf Atılgan kahramanının bir adı olmayışını şu sözleriyle açıklar.“Bence insanın adı onunla en az ilgili olan yanıdır.”
28 yaşında annesi bir yaşındayken ölmüş,teyzesi Zehra tarafından büyütülmüş,babasının teyzesine sarkıntılık ettiğini gördükten sonra babasından nefret eden ve ona benzemekten çok korkan,aslında O’na benzeyen,babasının şamarıyla kulağı yırtıldıktan sonra sürekli sol kulak memesini kaşıyan,garsonları hiç sevmeyen,onları sırnaşık gören,onlara çok nadir bahşiş veren (genellikle sırnaşık olmayıp konuşmayanlara bahşiş veriyor),bir mekana gittiğinde artık o mekanın müşterisi gibi davranıldığında bir daha o mekana gitmeyen,pazarlık etmeyen,toplumun anladığı para dilinden konuşan,sırf kafasındaki dünyaya bulaşmasınlar diye bir şeyin fiyatını sormadan parasını fazlasıyla veren,sokak adlarını toplayıp bunlar üzerinde düşünen bir süre sonra  vazgeçen, hikaye yazmaya başlayıp gene vazgeçen bir şeye sürekli olarak devam edemeyen,dilenciye başka çeşit insanlar da olduğunu göstermek için ondan sigara isteyen sonrasında da “Ne öğrettim ona?Dünyada tanımadığı bir deli daha olduğunu.”diyen,insanları inceleyen ne iş yaptıklarını;onların kafasındakileri  tahmin etmeye çalışan,arkadaşlarıyla konuşurken bile sürekli kafasında etrafla olup bitenlerle ilgili bir hareketlilik olan, kalıplara karşı,alışkanlıklardan ,basmakalıplardan,eli paketli olmaktan korkan, her zaman itiraz edebileceği şeyler bulabilen,her şeye karşı, insanlara biçilen şablonlara,sürüye...İki kişilik toplum kavramını benimseyen,topluma kulak asmayan,kafasında tiyatrolar kuran, herkes hakkında istediği fikri yürütebilen, farklı anlamlar yükleyebilen,onlara  isimler,meslekler bulan, merakı gitmesin diye cebindeki şıngırdayan nesneyi bile yoklamayan,arkadaşları tarafından aylak olarak nitelendirilen ,ona göre zengin değil ama paralı olan,babasından kalan evler ve otelle geçimini sağlayan ,hep gerçek sevgiyi  tutunacak birini B.’yi arayan zor bir karakterdir.


Kitap dört bölümden oluşur.Kış,İlkyaz,Yaz,Güz.Ve bu dönemlerde C.’nin başından geçenler anlatılır.

C.bir yaşında annesini kaybetmiş,teyzesi Zehra tarafından büyütülmüş,teyzesini annesi yerine koyan belki bu yüzden babasıyla ilişkisi olmasına rağmen ondan nefret etmeyen onun yerine babasından nefret eden biridir.O’na benzemek istemez .Ama kadın düşkünlüğü,bacaklara olan korkusuyla babasına benzemektedir.Çocukluğunda babasına benzememenin kolay olduğunu ama büyüyünce kimsenin erkek yaratılmanın azabını onun kadar çekemeyeceğini söyler.Babası bıyıklı olduğu için bıyıklı insanları sevmez.Babası akşam çok nadir onlarla yemek yer.O babasının gelmeyeceğini düşünür onu görünce içinin karardığını söyler.Hep babasının dediklerinin tersini yapar.Babası bu çocuk okumaz,adam olmaz der O edebiyat fakültesine yazılır fakat 4 ay sonra bırakır.İş adamı olmalı der ;O aylak olur.Teyzesini ise kıskanç,bencil bir sevgiyle sever.

C., gününü kitap okuyarak, kahvehanelere, restoranlara, barlara giderek, film izleyerek, bol bol yürüyerek, ressam atölyesindekilerle sohbet ederek ve durmadan düşünerek geçirir.Vapurda ,tramvaydaki insanları inceler.Onlara meslekler bulur. C., toplumla uyuşamayan, ataerkil yapıya ait olamayan, iki kişiden kurulmuş toplumların “en iyisi” olduğunu düşünen ve bu uğurda ‘gerçek aşk’ı arayan; huysuz, sıkılgan, mutsuz ve ‘aylak’ bir adamdır. Romanın konu edildiği bir yıl boyunca C.’nin başından iki aşk macerası geçer. İlkinde üniversite öğrencisi ‘süssüz, sade’ Güler’den umduğunu bulamayan C., yaz aylarında gittiği pansiyonda karşılaştığı eski sevgilisi ‘ressam ve kişilikli’ Ayşe ile de olaylı bir aşk süreci yaşar. Ne var ki, C. aradığı gerçek aşkı bir türlü bulamaz.

Aylak Adam yani C. Kendi tabiriyle  hep bulunmayanı arar.Sokakta bir kızı öpüyor hemen acaba aradığım kişi mi diye düşünüyor.Karşı apartmandan bir perde kalkıyor.Yoksa O mu diye soruyor. Sırf bu yüzden tanımadığı kadınların peşinden gidebiliyor.Belki de tam O’na ulaşacakken basıp gidebilir.Şehrin uğultusunda O’nun ayak seslerini arıyor.Yürüyen oturan kalabalığın arasında “o”nu arıyor.Hatta polisin kuşkulanıp onu karakola götürmesini belki onu da getireceklerini bile düşünür.

Aradığı B.’dir.Romanda birkaç sefer karşılaşmalarına ramak kalmıştır.C.’nin erkek kardeşi Sami’nin C.’yi evlerine yemeğe çağırmasında,yan yana geçen iki tramvayda olmaları,B.sokakta kusarken,B.Güler’le ayrılıp ayrı yönlere giderken,Galata kulesi sokağında ve ilk defa bilmeden birbirlerinin ellerini sıktıkları Sami ile plajda karşılaştıkları gün..
 
B.ise tam tersine aradığını sevgilisi Erhan olmadığını biliyordur.Ama o da  olması için zorluyordur.

Aslında her ikisi de aynı çemberin içindedir.Ama bir türlü rastlaşamazlar.

C.aslında kadınlarda teyzesine benzer özellikler aramaktadır.C nin özellikle mavi gözlü bir bayan aramasının sebebi geçmişle ilgilidir. '' Annemi bilmiyorum . Ben bir yaşındayken ölmüş. Belki de teyzem, onun güzel, mavi gözlerinden bahsettiği için , bu gözleri gördüğümü sanıyorum. Mavi gözlerden hep hoşlandım.''

 Ayşe’den ayrıldıktan sonra B.yi bulduğunu sanarak Güler’in peşinden koşar.o da teyzesi gibi mavi gözlüdür.Ayşe’ye Güler’den bahsederken belki mavi gözlü olduğu için onunla dört ay ilişkim oldu diye bahseder.Gülerle arkadaşlıkları başlayınca Güler’in onu eli paketli yapacağını düşünür.Güler evlilikten yanadır. Güler de Ayşe de 'üç oda bir mutfak' yaşantısını benimsemiştir.C.gibi iki kişilik toplum olarak yaşama arzusu yoktur.Güler ile beraberken onun aile sınırları içine hapsedilmiş yaşamından sıkılır.Güler’in kendine göre olmadığını anlamıştır.Ayrılır.

Yazı geçirdiği yerde Ayşe’yi görür ve ilişkileri tekrar başlar. Ayşe’nin ailesi yurt dışındadır.Bu yüzden C.rahat; ama ailesinin döneceği zaman huzursuz olur ve kaçmaya çalışır. 

Sonunda Ayşe’nin ressam Kemal’le evleneceğini öğrenir.O gece Kemal ve Sadık’ın yanından aceleyle ayrıldığında B.’yi görür. B.otobüse biner.C.otobüsü kaçırır.Peşinden gitmek için bir taksi çevirmek ister.O anda çevirmek istediği taksi acı bir fren yapar.Neredeyse C.yi ezecektir.Taksici dışarı çıkar.C. taksiciyle kavga eder.Taksicinin burnu kırılmıştır.O sırada polis gelir.Polis ne olduğunu sorar.C. otobüse yetişecektim der ve ne söyleyecek ki.Susar ve şöyle der  :
"sustu. bundan sonra kimseye ondan bahsetmeyecekti. biliyordu; anlamazlardı!"

İşte roman son anda kaçırdğı fırsatla sona eriyor.O aradığı B.ile hayata tutunmaya çalıştıkça hayat,parmaklarının arasından kayıp gidiyor ve ve sonunda toplum aylak adamı sindiriyor.
Belki de O bulunmayanı bulmak için koşuyor.Oysa "O" bulundukça kaybedilen..

Kitabı bitirdiğinizde beyninizde şu cümleler uğulduyor :

İLK CÜMLE.. birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabilecegi aklıma geldi, içimdeki sıkıntı eridi..”
SON CÜMLE.. “Sustu. Konuşmak lüzumsuzdu. Bundan sonra kimseye ondan bahsetmeyecekti. Biliyordu anlamazlardı..”

 
 
Son olarak kadın erkek ilişkilerini anlatan bölümler dışında,hayattaki alışılmışın kolaycılığını,tekdüzeliği,sıradanlığı,her şeye belki kendisine de karşı olan insanları anlamamız, toplumun yabancılaşmış yüzünü görmemiz açısından önemli olan , psikolojik yabancılaşma ve yalnızlık temasını başarıyla işleyen bu romanı okumanızı tavsiye ederim.

Yazan : Öz.

24 Nisan 2011 Pazar

TOLSTOY / ÇOCUKLUK

Resim yazısı ekle
Çocukluk adlı kitap Tolstoy'un ilk kitabı. Kitabı yirmili yaşların başlarında yazmış ; yani dünya edebiyatına ilk adım atışı diyebiliriz Tolstoy'un bu ilk deneyimini okumanın O'nu anlamak ve dünya edebiyatında ne kadar önemli bir yer edineceği sinyallerinin bulunması açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Roman büyük ölçüde gerçeklere dayanıyor . Tiplemelerin bir çoğu kendisi , arkadaşları ve ailesi. Aynı zamanda bu kitabı okurken dönemin toplum hayatına,yaşam tarzına ,sınıflara,anne baba sevgisine , eğitim sistemine, arkadaşlıklarına,  aşklarına dair ipuçlarını bulabilirsiniz.
Eseri okuyanlar,belki Nilgün Marmara'nın “Çocukluğun kendini saf bir biçimde akışa bırakması ne güzeldi . Yiten bu işte!..” sözünü hatırlaycaklar belki de özlem duydukları çocukluklarının hatıralarında yolculuk yapacaklar.Keyifli okumalar.

Kitaptan Seçtiklerim

“Oyunlar da olmazsa,çocukluğumuzdan geriye ne kalır ki?..”

“Çocukluğumun o mutlu ve bir daha asla geri gelmeyecek güzelim günleri!...Bu çağındaki anıları kim sevmez,kim özlemle anmaz?Bu anılar ruhumu gençleştirip yüceltiyor ve benim için hala en büyük mutluluk kaynağı olmaya devam ediyor.”

“Hayatımızda çocukluğumuzun o tertemiz sevinciyle sınırsız sevecenliğinden daha etkili bir ruhun bulunduğu bir başka dönem var mı?
O ateşli dualar nerede şimdi?Duygusallığın o tertemiz gözyaşları , o her şeyden daha güzel olan hediye nerede?Göklerden koruyucu bir melek iniyor,gülümseyerek o gözyaşlarını kuruluyor ve çocukluğun bozulmamış hayal gücünün ürünleri olan düşleri de alıp götürüyordu.Acaba yaşam bu gözyaşlarımı ve bu mutluluk dolu heyecanlarımı bir daha geri getirmeyecek kadar derin ve acı izler mi bıraktı bende?Yoksa onlardan geriye kalan sadece anılar mı?”

“Ancak içten sevme yeteneği olan kimseler derinden acı duyabilirler.Ama sevmek ihtiyacı acılarına bir panzehir gibi gelir,şifa olur.Bu panzehir onları iyileştirir.Bunun içindir ki,insanın ruhu bedeninden daha dayanıklıdır.Acı hiçbir zaman öldürmez”

“Güzellik denen şeyin gülümsemede saklı olduğuna inanıyorum.Eğer gülümseme bir yüzü güzelleştiriyorsa , o yüz gerçekten güzeldir.Gülümsemesi görünüşüne bir şey katmıyorsa,o yüz herhangibir yüzdür.Eğer gülümserken çirkinleşiyorsa , işte o yüz de kesinlikle çirkin bir yüzdür.”

Lev Nikolayeviç Tolstoy , Çocukluk




3 Ocak 2011 Pazartesi

Kürk Mantolu Madonna

Roman iki bölümden oluşuyor.Birinci bölümde Raif Efendi ve ailesini tanıyoruz.(Raif Efendi'nin iş arkadaşı tarafından anlatılıyor.Romanda adı geçmiyor.)İkinci bölümde ise romanın anlatıcısının Raif Efendi'nin siyah kaplı bir deftere yazdıklarını anlatmasıyla başlıyor.Raif Efendi ve Maria Puder'in aşkı konu ediliyor.
Roman bir başucu kitabı olmayı fazlasıyla hak ediyor. İnsan tahlili ,betimlemeler, karşılaştırmalar, sorgulamalar , keşkeler, pişmanlıklar , geçmiş yanılgıları, yaşanmışlıklar,tereddüt, beklentiler ,korku , yalnızlık ve aşk...kendimi romanın içinde hissettim;  yaşadım .Sıradan görünen ,düzenin sildiği insanların içinde ne fırtınalar kopabileceği önyargılı olmamamız gerektiğini anlıyorum .Çevremdeki insanları daha dikkatli inceliyorum.Kimbilir insanların içinde ne yaşanmışlıklar var, ne fırtınalar kopuyor.Romanı okurken siz de sanki içine dahil oluyorsunuz.Raif Efendi'ye bi yandan kızıyorsunuz bi yandan da ona yardım etmek istiyorsunuz.Boğazınızda koca bir düğüm oluşuyor,boşlukta hissediyorsunuz kendinizi.Birden roman bitiveriyor.Ama Raif Efendi'nin arkadaşının dediği gibi “İçimde onu kaybetmiş gibi değil,asıl şimdi bulmuş gibi bir his vardı.O bu dünyadan ayrılırken ,benim hayatıma,başka hiçbir insana nasip olmayacak kadar canlı bir şekilde giriyordu”.Siz de böyle hissediyorsunuz.
Benim gibi okuduğu kitabı tekrar okumayı sevmeyen biri bile tekrar tekrar okuyabiliyormuş.Erkek bir yazarın bir bayan karakterinin gözünden aşkını,güvensizliğini,hayata bakışını bu kadar hissiyatla nasıl şekillendirdiğine şaşırıyorsunuz.Romanı hep başucunuzda tutup herşeyden sıkıldığınızda ,günibirlik sevgileri gördüğünüzde, hayattaki tüm sahteliklere inat altı çizili cümleleri defalarca okuyabiliyorsunuz.
I.BÖLÜM:
Romanın anlatıcısı işinden bilmediği bir nedenden dolayı çıkartılmıştırUzun süre işsizdir..Eskiden tanıdığı Hamdi adındaki arkadaşına rastlar.Hamdi nufuz sahibi biri olmuştur.İşinden ayrıldığını öğrenince O'na bir iş ayarlar.Böylece romanın anlatıcısı yeni işyerinde Raif Efendi ile iş arkadaşı olmuştur.Raif Efendi kendi halinde ,çevresindekilerle hiç ilgilenmeyen,kimsenin önemsemediği,dikkatini çekmediği,kendi deyimiyle “hayatta en güvendiği insana duyduğu kırgınlık adeta bütün insanlara dağılan”, evden işe işten eve gidip gelen,ailesinin kalabalık olduğundan fazlası bilinmeyen ,sık sık rahatsızlanan,diğer memurların hımbıl olarak tanımladığı,sadece önüne gelen çevirileri yapan bir memurdur.Bu özelliklerinden dolayı lisan bildiğine bile şüpheli olarak bakılır.Heryere para savuran şirket bi onun maaşını artırmaz.Üstlerinin her türlü bağırışlarına hiç ses çıkarmaz.Yine böyle bir günde sadece bişeyler karalar.Raif Efendi'nin birkaç çizgi ile ortaya koyduğu bağıran patronu Hamdi'dir.Resim öyle ustaca çizilmiştir ki romanın anlatıcısı “sanki on senelik arkadaşımı ilk defa bugün sahiden tanıyordum”şeklinde anlatır.Raif Efendi'yi anlatan kahraman bu durumu şöyle anlatır :

şimdi onun sarsılmaz sukunetini, insanlar ile münasebetlerindeki garip çekingenliğini gayet iyi anlıyordum. etrafını bu kadar iyi tanıyan, karşısındakinin ta içini bu kadar keskin ve açık gören bir insanın heyecanlanmasına ve herhangi bir kimseye kızmasına imkan var mıydı?böyle bir adam, önünde bütün küçüklüğü ile çırpınan birine karşı taş gibi durmaktan başka ne yapabilirdi? bütün teesürlerimiz, inkisarlarımız, hiddetlerimiz, karşımıza çıkan hadiselerin anlaşılmadık, beklenmedik taraflarınadır. her şeye hazır bulunan ve kimden ne geleceğini bilen bir insanı sarsmak mümkün müdür?”

Bu olaydan sonra Romanın anlatıcısı Raif Efendi'den tam sıkılmaya başlamışken Raif Efendi tekrar O'nda merak uyandırmaya başlamıştır.Sürekli O'nu inceler.Raif Efendi'nin içinde bulunduğu bu durumunun nedenini bilmek ister.Hasta olduğunda sık sık O'nu ziyarete gider.
Evdekilerinde işyerindeki diğer memurlardan farkı yoktur.Raif Efendi de ailesinden kopuktur.

"insanlar birbirinin maddi yardımlarına ve paralarına değil, sevgilerine ve alakalarına muhtaçtırlar..bu olmadıktan sonra, aile sahibi olmanın hakiki ismi "bir takım yabancılar beslemek tir.."

Sadece kızı Necla bazen bunun altında eziliyordur.Raif Efendi'yi anlatan karaktere göre bu “insanların ara sıra nefes almak için yaptığı hamlelere” benzetiliyor.Diğer memurlar gibi önyargılı olmamak gerektiğini anlıyor.

Hala daha birşey konuşmamıştık. Fakat artık buna hayret etmiyordum. Onun sessiz sedasız yaşayışı, tahammül edişi, insanların zaaflarına merhametle ve edepsizliklerine eğlenerek bakışı kafi bir irade değil miydi? Beraber yürüdüğümüz zamanlar yanımda gidenin bir insan olduğunu bütün kuvvetimle hissetmiyor muydum? “

Bu sıralarda insanların birbirlerini aramaları bulmaları ve birbirlerinin içini seyretmeleri için konuşmanın neden muhakkak surette lazım olmadığını, neden bazı şairlerin boyuna, tabiatın güzelliği karşısında yanlarında konuşmadan gidecek birini aradıklarını anladım.

Yanımda ağzını açmadan yürüyen, karşımda ses çıkarmadan çalışan bu adamdan, ne öğrendiğimi iyice bilmediğim halde, bana senelerce ders veren birinden öğrenebileceğimden çok daha fazla şeyler öğrendiğime emindim. ”

Raif Efendi'yi anlatan karakter romanın başında düzenin sildiği insanlara karşı önyargılı olmamamız ,bilakis onları anlamaya çalışmamız gerektiğini vurguluyor.ve bu düşüncesini şu cümlelerle açıklıyor.

"...böyle kimseleri gördüğümüz zaman çok kere kendi kendimize sorarız : 'acaba bunlar neden yaşıyorlar? yaşamakta ne buluyorlar? hangi mantık, hangi hikmet bunların yeryüzünde dolaşıp nefes almalarını emrediyor?' fakat bunu düşünürken yalnız o adamların dışlarına bakarız; onların da birer kafaları, bunun içinde, isteseler de istemeseler de işlemeye mahkum birer dimağları bulunduğunu, bunun neticesi olarak kendilerine göre bir iç alemleri olacağını hiç aklımıza getirmeyiz. bu alemin tezahürlerini dışarı vermediklerine bakıp onların manen yaşamadıklarına hükmedecek yerde, en basit bir beşer tecessüsü ile, bu meçhul alemi merak etsek, belki hiç ummadığımız şeyler görmemiz, beklemediğimiz zenginliklerle karşılaşmamız mümkün olur. fakat insanlar nedense daha ziyade ne bulacaklarını tahmin ettikleri şeyleri araştırmayı tercih ediyorlar.”

"dibinde bir ejderhanın yaşadığı bilinen bir kuyuya inecek bir kahraman bulmak, muhakkak ki, dibinde ne olduğu hiç bilinmeyen bir kuyuya inmek cesaretini gösterecek
bir insan bulmaktan daha kolaydır."

İnsanlar birbirlerini ne kadar iyi anlıyorlardı.... Bir de ben bu halimle kalkıp başka bir insanın kafasının içini tahlil etmek, onun düz veya karışık ruhunu görmek istiyordum. Dünyanın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile,insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir!.. Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz? Niçin ilk defa gördüğümüz bir peynirin evsafı hakkında söz söylemekten kaçındığımız halde ilk rast geldigimiz insan hakkinda son kararımızı verip gönül rahatlığıyla öteye geçiveriyoruz?”

"...başkasına merhamet etmek, ondan daha kuvvetli olduğunu zannetmektir ki, ne kendimizi bu kadar büyük, ne de başkalarını bizden daha zavallı görmeye hakkımız yoktur..."

Raif Efendi'nin yine sık sık rahatsızlandığı günlerden birinde iş arkadaşı yine evine gider.Bu sefer Raif Efendi'nin durumu ağırdır.İş arkadaşından tüm eşyalarını getirmesini ister.Raif Efendi eşyaların arasında bulunan siyah kaplı defteri gözünün önünde yakmasını ister.

Raif Efendi'nin defterini ellerimle yok etmek,benim için imkansızdı”

..insanlara kendinden hiçbir şey bırakmak istemeyen ve yalnızlığını,ölüme giderken bile beraber alan bu adama karşı içimde nihayetsiz bir merhamet ve O'nun mukadderatına karşı nihayetsiz bir alaka ulaştı.”

Arkadaşının tüm ısrarlarına karşı gelemeyerek “Oku,göreceksin!” diyerek defteri okumasına izin verir.

II.BÖLÜM : Defter gençlik yıllarını,babası tarafından mis sabunculuğunu öğrenmek için Almanya'ya gönderildiğini,birgün bir sanat galerisindeki bir tablodaki kadına aşık olduğunu anlatır.Birgün bu tablodaki kadını bulacağından emindir.Hergün gelip insanların da dikkatini çekecek derecede tabloya öyle dikkatli bakar ki.Tablo'nun ressamı ayrıca tablodaki bayan olan kadınla konuşur;fakat O'nu tanıyamaz.Bu olay sonunda herkes tarafından farkedildiğini anlar ve bir daha sanat galerisine gelmez.Ama aklı hep galeride gördüğü Kürk Mantolu Madonna adlı tablodadır.Birgün kaldığı pansiyonda kalan dul bir kadınla şehir gezintisinden dönerken ve içkiliyken O'na rastlar.Ama rüya gibidir.Gördü mü görmedi mi anımsayamaz.Birdaha görme bahanesiyle hep aynı caddede dolaşır.Neden O'nu arıyor.

"kimi tutkular rehberimiz olur yaşam boyunca. kollarıyla bizi sarar.sorgulamadan peşlerinden gideriz ve hiç pişman olmayacağımızı biliriz."

“Yaşamak, tabiatın en küçük kımıldanışlarını sezerek, hayatın sarsılmaz bir mantık ile akıp gidişini seyrederek yaşamak; herkesten daha çok, daha kuvvetli yaşadığını, bir ana bir ömür kadar çok hayat doldurduğunu bilerek yaşamak...Ve bilhassa bütün bunları anlatacak bir insanın mevcut olduğunu düşünerek, onu bekleyerek yaşamak...“

Aradığı kadın kabarede (Atlantik)şarkı söylüyordur.Bunu ilk başta yadırgar.Aslında kadın da bundan memnun değildir.Bu duygusunu her haliyle belli eder.Raif Efendi bu duyguyu şöyle vurgular.

"dünyada bana hiçbir şey, tabiattan melül bir insanın zorla gülmeye çalışması kadar acı gelmemiştir."

Ressam da O'nu farkeder.ve böylece arkadaşlıkları başlar.İsmi Maria Puder olan bu bayan erkeklere karşı güvensizdir,aşk tanımı farklıdır ama nettir herşeyi başından kestirmeden anlatır.

"dünyada sizden, yani bütün erkeklerden niçin bu kadar çok nefret ediyorum biliyor musunuz? sırf böyle en tabi haklarıymış gibi insandan birçok şeyler istedikleri için... beni yanlış anlamayın, bu taleplerin muhakkak söz haline gelmesi şart değil... erkeklerin öyle bir bakışları, öyle bir gülüşleri, ellerini kaldırışları, hulasa kadınlara öyle bir muamele edişleri var ki... kendilerine ne kadar fazla ve ne kadar aptalca güvendiklerini fark etmemek için kör olmak lazım. herhangi bir şekilde talepleri reddedildiği zaman düştükleri şaşkınlığı görmek, küstahça gururlarını anlamak için kafidir. kendilerini daima bir avcı, bizi zavallı birer av olarak düşünmekten asla vazgeçmiyorlar. bizim vazifemiz sadece tabi olmak, itaat etmek, istenilen şeyleri vermek... biz isteyemeyiz, kendiliğimizden bir şey vermeyiz... ben bu ahmakça ve küstahça erkek gururundan tiksiniyorum. anlıyor musunuz? sizinle bunun için dost olabileceğimizi zannediyorum. çünkü halinizde o manasız kendine güven yok... fakat bilmem... ne kuzuların ağzından vahşi kurt dişlerinin sırıttığını gördüm..."

"... hayatta yalnız kalmanın esas olduğunu hala kabul edemiyor musunuz? Bütün yakınlaşmalar, bütün birleşmeler yalancıdır. insanlar ancak muayyen bir hadde kadar birbirlerine sokulabilirler, üst tarafını uydururlar; ve günün birinde hatalarını anlayınca, yeislerinden her şeyi bırakıp kaçarlar..."

" benim beklediğim aşk başka!' dedi. 'o, bütün mantıkların dışında, tarifi imkansız ve mahiyeti bilinmeyen bir şey. sevmek ve hoşlanmak başka, istemek, bütün ruhuyla, bütün vücuduyla, her şeyiyle istemek başka... aşk bence bu istemektir. mukavemet edilmez bir istemek!"

"içinde hakikaten sevmek kabiliyeti olan bir insan hiçbir zaman bu sevgiyi bir kişiye inhisar ettiremez ve kimseden de böyle yapmasını bekleyemez. ne kadar çok insanı seversek,asıl sevdiğimiz bir tek kişiyi de o kadar çok ve kuvvetli severiz. aşk dağıldıkça azalan bir şey değildir."

bırakalım, arkadaşlığımız da tabii yolunda yürüsün. biz ona suni istikametler vermeye,peşin kararlarla onu bağlamaya çalışmayalım!”

Raif'e göre kendisi daha önce ne birini sevmiş ,ne de sevilmiştir.

"zaten muhitimden uzak duruşumun, vahşiliğimin bir sebebi de kitaplarda tanıştığım ve benimsediğim insanları muhitimde bulamayışımdan değil miydi?"

Raif Maria Puder'le birlikte geçirdiği vakitlerde çok mutludur.

hayatımda hiç bu kadar mesut olduğumu, içimin bu kadar genişlediğini hatırlamıyorum. bir insanın diğer bir insanı, hemen hemen hiçbir şey yapmadan, bu kadar mesut etmesi nasıl mümkün oluyordu? “

"bir ruh ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden, meydana çıkıyordu..biz ancak o zaman sahiden yaşamaya -ruhumuzla yaşamaya başlıyorduk"

Halbuki şimdi herşey değişmişti. Bu kadının resmini gördüğüm andan beri geçen birkaç hafta içinde, ömrümün bütün senelerinden daha çok yaşadığımı hissediyordum. Her günüm, her saatim, uyuduğum zamanlar bile dopdoluydu. Bana sadece yorgunluk veren uzuvlarımın değil, ruhumun da yaşamaya başladığını, içimde, haberim olmadan bekleşen üstü örtülü derin tarafların da birden bire meydana çıkarak bana fevkalade cazip, kıymetli manzaralar arz ettiklerini görüyordum. Maria Puder bana bir ruhum bulunduğunu öğretmişti ve ben de onun, şimdiye kadar rastladığım insanlar arasında ilk defa olarak bir ruhu bulunduğunu tespit ediyordum.

Bir yılbaşı gecesi sabaha kadar birlikte şehirde gezip eğlenirler. Maria'nın annesi yılbaşını geçirmek için Prag'a gitmiştir. Maria Raif'i evine çağırır ve birlikte olurlar. Fakat sabah Maria Raif'e yaşadıkları bu geceden sonra buna artık emin olduğunu ona aşık olmadığını ve artık görüşmemeleri gerektiğini söyler .

"bir teklif ve bir kabul. kısa, münakaşasız ve hesapsız. bundan daha güzel bir ayrılık olamazdı."

Evden çıktıktan sonra bir şey unuttuğunu fark ederek duraklayan, fakat unuttuğunun ne olduğunu bir türlü bulamayarak hafızasını ve ceplerini araştıran, nihayet, ümidini kesince, aklı geride, ileri gitmek istemeyen adımlarla yoluna devam eden bir insan gibi üzüntülüydüm”

Raif avare bir şekilde Maria ile gittikleri yerleri bir bir gezer.Ölmeyi bile düşünür.Maria' yı yaşadıklarını düşünür.

"bir kadının bize her şeyini verdiğini zannettiğimiz anda onun hakikatte bize hiçbir şey vermiş olmadığını görmek, bize en yakın olduğunu sandığımız sırada bizden, bütün mesafelerin ötesindeymiş kadar uzak bulunduğunu kabule mecbur olmak acı bir şey."

"...kadınların hiçbir zaman sahiden sevemeyecekleri neticesine varıyordum. kadın sevebileceği zaman sevmiyor, ancak tatmin edilemeyen arzulara üzülüyor, kırılan benliğini tamir etmek istiyor, kaybedilen fırsatlara yanıyor ve bunlar ona aşk çehresi altında görünüyordu."

Birgün tüm cesaretini toplayarak evine gider.Komşusundan hastanede yattığını öğrenir.O'na tüm şefkatiyle bakar.Maria bu sefer hislerinden hiç ummadığı kadar emindir.Raif'i seviyordur.

"şimdi aramızda noksan olan şeyin ne olduğunu biliyorum. bu eksik sana değil, bana ait.Bende inanmak noksanmış...beni bu kadar çok sevdiğine bir türlü inanamadığım için, sana aşık olmadığımı zannediyormuşum...bunu şimdi anlıyorum. demek ki, insanlar benden inanmak kabiliyetini almışlar...ama şimdi inanıyorum... sen beni inandırdın. seni seviyorum...deli gibi değil, gayet aklı başında olarak seviyorum... seni istiyorum... içimde müthiş bir arzu var...bir iyi olsam!.. "

Bi zaman sonra Raif Efendi'nin babası ölür.Enişteleri O'nu acilen memleketine çağırırlar.
Tren istasyonunda Maria Raif'in kendisini çağırmasını ister.

"şimdi ben gidiyorum. fakat ne zaman çağırırsan gelirim. nereye çağırırsan gelirim.."

Maria ile Raif bir süre mektuplaşırlar.Maria mektuplarında Raif'e bir sürprizinin olduğunu söyler.
Ama açıklamaz.Sonra birdenbire mektuplar kesilir.Raif'in gönderdiği mektupları geri gelmektedir.
Raif ümidini keser.

..hareket etmek,görmek,duymak,hissetmek,düşünmek,hulasa yaşamak kabiliyetini veren bir şey içimden çekilip alınmış gibi,posa haline geldiğimi fark ettim.”

..bu sefer inanmak ve ümit etmek kabiliyetini ben kaybetmişim.”

Artık silik bir insan ,bir hiç gibi yaşamaya başlar.

Hayatta en güvendiğim insana karşı duyduğum bu kırgınlık ,adeta bütün insanlara dağılmıştı;çünkü o benim için bütün insanlığın timsaliydi.”

Evlenir ama karısı O'na yabancıdır.Çocukları olur ama O'na yabancılardır.

..İnanmamak,inanamamak..Bunun ne kadar korkunç olduğunu hergün ,her an hissediyordum.Bu histen kurtulmak için yaptığım bütün hamleler boşa çıktı..Evlendim..Daha o gün,karımın bana herkesten daha uzak olduğunu anladım.Çocuklarım oldu.Onları sevdim,fakat hayatta kaybetmiş olduğum şeyi bana asla veremeyeceklerini bile bile..”

Adeta günün yetmesini bekleyen bir mahpus gibiydim.Günlerin ancak beni bu akıbete yaklaştırmak bakımından birer kıymeti vardı.”

Maria'yı düşünür hep.O'nunla gezdiği yerlerde bi başka adamla gezdiğini hayal eder.

her şeyi içinde boğmaya mecbur olmak, diri diri mezara kapanmaktan başka nedir?
ah maria, niçin seninle bir pencere kenarında oturup konuşamıyoruz? niçin rüzgarlı sonbahar akşamlarında, sessizce yan yana yürüyerek ruhlarımızın konuştuğunu dinleyemiyoruz?niçin yanımda değilsin?"

Fakat asla O'nun hatırasına ihanet etmez.

on seneden beri hep ona karşı duyduğum hiddetin, etrafıma karşı kendimi aşılmaz bir duvar içine alışımın hakiki sebebini şimdi anlıyordum: on sene, hiç azalmayan bir aşkla, onu sevmekte devam etmiştim. içime ondan başka hiçbir kimsenin girmesine müsaade etmemiştim. fakat şimdi onu her zamandan ziyade seviyordum. karşımdaki hayale kollarımı uzatıyor, ellerini tekrar avuçlarıma alıp ısıtmak istiyordum. onunla beraber geçen hayatımız, o dört beş aylık zaman, büyün teferruatıyla gözlerimin önündeydi. her noktayı, aramızda konuşulan her kelimeyi hatırlıyordum. sergide resmini görmekten başlayarak, atlantik'te şarkısını dinleyişimi, yanıma sokulmasını, nebatat bahçesi gezintilerini, odasında karşı karşıya oturuşlarımızı, hastalığını birer kere daha yaşıyordum. bir hayatı baştan aşağı dolduracak kadar zengin olan hatıralar, böyle kısa bir zamana sıkıştırıldıkları için hakikattekinden daha canlı, daha tesirliydiler. bunlar bana, on seneden beri bir an bile yaşamamız olduğumu; bütün hareketlerimin, düşüncelerimin, hislerimin benden uzak bir yabancıya aitmiş kadar benden uzak olduğunu gösteriyordu. asıl "ben", otuz beş seneye yaklaşan ömrümde, ancak üç dört ay kadar yaşamış. sonra, benimle alakası olmayan manasız bir hüviyetin derinliklerine gömülüp kalmıştım..."

Birgün Ankara'da alışveriş yaparken Almanya'dayken kaldığı pansiyondan bir kadınla (aynı zamanda Maria'nın uzaktan akrabası olan)karşılaşır.Kadının yanında 8-9 yaşlarında bir kız çocuğu vardır.Yaşadığı o eski günlerden belki Maria 'dan haber alabilirim diye düşünür.Ama uzaktan akrabası olduğu için ,kadına direkt Maria diye sormak istemez.En sonunda mecbur kalır;sorar.Sonra kadından öğrendiği tek şey ,Maria'nın babasının ismini vermediği sadece Türk olduğu bilindiği bir çocuk doğurduğu ve on sene önce ölmüş olduğudur.

"...halbuki bu anda onu, hayattayken gördüğümden çok daha canlı, teferruhatlı olarak görüyordum. aynen tablodaki gibi biraz mahzun, biraz istiğnalıydı. yüzü daha solgun, gözleri daha siyahtı. alt dudağı bana doğru uzanıyor, ağzı: "ah, raif!" demeye hazırlanıyordu. her zamankinden daha çok yaşıyordu... demek on sene evvel ölmüştü! ben onu beklerken, evimi ona kabule hazırlarken ölmüştü. hiç kimseye bir şey söylemeden, beni imkansızlar içinde kıvrandırmamak, beni sıkıntıya sokmamak için, bütün sırrını beraber alarak ölmüştü.”

"bu akşam anladım ki, bir insan diğer bir insana bazen hayata bağlandığından çok daha kuvvetli bağlarla sarılabilirmiş. gene bu akşam anladım ki, onu kaybettikten sonra, ben dünyada ancak kof bir ceviz tanesi gibi yuvarlanıp sürüklenebilirim."

kaybedilen en kıymetli eşyanın, servetin, her türlü dünya saadetinin acısı zamanla unutuluyor. yalnız kaçırılan fırsatlar asla akıldan çıkmıyor ve her hatırlayışta insanın içini sızlatıyor. bunun sebebi herhalde, "bu böyle olmayabilirdi !" düşüncesi, yoksa insan mukadder telakki ettiği şeyleri kabule her zaman hazır.”

ömrümün sonuna kadar, diz çökerek, onun hatırasına karşı işlediğim cinayetin kefaretini vermeye çalışsam, bunda gene muvaffak olamayacağımı, insanların en günahsızına kabahatlerin en ağırını; seven bir kalbi yüzüstü bırakmak ihanetini yüklemenin asla affedilemeyeceğini seziyordum.”

Ve yanındaki çocuğun Maria'nın çocuğu olduğunu söyler.

bir tren istasyonunda tesadüfen rastlaştığın ve raylar üzerinde saniye saniye senden uzaklaşan ve
muhtemelen bir daha da göremeyeceğin o çocuğun, senin etin ve kanın olduğunu öğrenmek ve "gitme" diyemeden öylece uzakta kayboluşunu izlemek. kaybedilen bir aşkın son hediyesini de kanatlarının altına alamamak.”

Raif Efendi neye uğradığını şaşırır.Sonra tüm yaşadıklarını bu hayatı gibi siyah kaplı deftere aktarır.
Bütün insanları suçlu tuttuğunu bütün insanlardan kaçtığını yazar.

Şu koskocaman dünyada benim kadar yapalnız dolaşan bir insan daha var mı acaba? Kime ne anlatabilirm? On seneden beri hiç kimseye bir şey söylediğimi hatırlamıyorum.Boşuna yere herkesten kaçmış, boş yere bütün insanları kendimden uzaklaştırmışım;ama bundan sonra başka türlü yapabilir miyim? Artık hiçbir şeyin değişmesine imkan yok... Lüzum da yok. Demek böyle olması icap ediyormuş. Yalnız söyleyebilsem... Bir kişiye olsun içimdekileri dökebilsem... Bunu sahiden istesem bile artık böyle bir insan bulmama imkan yok.”

Artık benim için eskisinden beter bir hayat başlayacak. Gene makine gibi akşamüzerleri alışveriş edeceğim. Kim ve ne olduklarını merak etmediğim insanlarla görüşüp onların sözlerini dinleyeceğim.”

"tesadüf seni önüme çıkarmasaydı, gene aynı şekilde, fakat her şeyden habersiz, yaşayıp gidecektim. sen bana dünyada başka bir hayatın da mevcut olduğunu, benim bir de ruhum bulunduğunu öğrettin."

"hayat ancak bir kere oynanan bir kumardır, ben onu kaybettim.İkinci defa oynayamam.."

İş arkadaşı ertesi gün Raif Efendi'nin evine gittiğinde Raif Efendi vefat etmiştir.Ama iş arkadaşının gözüyle Raif Efendi asıl şimdi yaşıyordur.

..İçimde onu kaybetmiş gibi değil,asıl şimdi bulmuş gibi bir his vardı.O bu dünyadan ayrılırken ,benim hayatıma ,başka hiçbir insana nasip olmayacak kadar canlı bir şekilde giriyordu.”


Kitabın Özeti Öz.