12 Aralık 2010 Pazar

Bi Şeyler Eksik Ama Ne ?

Eskiden dünyada,
görünüşte dağınık ama iç dünyaları derli toplu insanlar vardı.
Oysa şimdikilerin dış görünüşleri derli toplu ama iç dünyaları dağınık.
İnsansız kaldığımızda ruhumuzun yırtılacağını biliyoruz. “Yalnız kalmak istiyorum” demek için bile bir insana ihtiyacımız var. Bu yüzden ortak mekanlar oluşturup yan yana geliyoruz. Şakalar yapıyor, sırlarımızı anlatıyoruz birbirimize. Ama birden bir kurt düşüyor içimize. “Bir şey eksik” diyoruz. “Bir şey eksik ama ne?...”
Hevesle dokunuyoruz raflardaki yeni çıkmış kitaplara. Kitaplar okuyoruz durmadan. Bizimle hiç tanışmayan, bizi hiç tanımayan bir yazarın yolculuğuna eşlik ediyoruz; içimizde kocaman bir düş coğrafyası açılıyor. Ancak son yaprağı da bitirip, kitabı kapatınca, yapayalnız kalıyoruz o coğrafyanın ortasında. Bütün cümlelerin tamam, bir tek cümlenin eksik olduğunu hissediyoruz. Düşünüyoruz, eksik olan ne?...
Ders çalışıyoruz geceler boyu. Dem tutması hiç eksilmiyor ocağın üstündeki çayın. Küllükler bir boşalıp bir doluyor. Okulu bitirirsek her şeyin yoluna gireceğine inanıyoruz. İnanıyoruz ki, şu koridorlardan, ay başında beklenen harçlıklardan, sıkıcı anfilerden kurtulduğumuzda her şey yoluna girecek. Okulun uzaması ödümüzü koparıyor neredeyse. Nihayet gülümseyerek bakıyoruz, duvarlara öylesine asılmış, buruşuk imtihan sonuçlarına. Yumruğumuzu sıkarak, “bitti” diyoruz, “işte bitti, şükürler olsun.” Fakat birden kaçıyor hevesimiz. Bir şeyin hiç bitmediğini, hiç bitmeyeceğini anlıyoruz. Kafamızı kurcalıyor bu eksilik. Bitmeyenin ne olduğunu soruyoruz kendimize hücumla. Hevesimiz kursağımızda kalıyor. Bir eksikle ayrılıyoruz koridorlardan...
Cebimiz para görürse, hayatın yoluna gireceğini düşünüyoruz. Kapılar aşındırıyoruz bu yüzden. Dil döküyoruz boyunları yağdan kaybolmuş, gözleri karanlık bir kuyudan bakan patronlara. Bütün becerilerimizi sıralıyoruz, beceremediklerimizi bile. Nihayet gözüne giriyoruz, bize kuşkuyla bakan ketum cebin. Müjdelerle koşuyoruz ev halkına, arkadaşlara. Herkese söz verdiğimiz ilk maaşla, yine herkese az buçuk bir şeyler alıyoruz. Kuyruğu doğruluyor böylelikle işimizin. Ama bir sabah işe giderken, o malum kuşku oyuyor içimizi. Asıl eksik olanın işimiz olmadığını, başka bambaşka bir şeyin eksik olduğunu hatırlatıyor uyuklayan belleğimize. Yırtınmaya başlıyor belleğimiz: “Bir şey eksik, ama ne?...”
Aşık oluyoruz o kocaman eksiği telafi etmek için. Geceler boyunca yıldızları sayıyoruz, uykumuza veda ediyoruz aşk için. Bütün çıkarcılığımız bitiyor aşk kapıyı çalınca. Gözlerimiz cennetten koparılmış bir parça gibi bakıyor hayata. Dilenciye merhamet ediyoruz mesela, cebimizi sebil gibi açıyoruz herkese. Herkesten bize dua etmesini istiyoruz: aşk için. Öylesine kırılgan, öylesine çaresiz bekliyoruz ki sevdiğimizi, gecikmesi akla hayale gelmedik endişeler doluşturuyor içimize. Ve şu hain endişe: acaba aşk bitti mi? Birden bütün kalabalığın arasında onu görüyoruz. Yeniden dönmeye başlıyor dünya. Irmaklar yeniden akıyor. Göğsümüzde hesapsız bir ferahlık, “hoş geldin” diyoruz. Gelin görün ki günlerin cenderesine nasıl sıkışıyor bir yerimiz. Aşkın bile telafi edemediği bir şeyin eksik kaldığını kavrıyoruz dehşetle. Bitkinlikle soruyoruz: “aşk değilse ne?...”
Sonra annelerimize dönüyoruz yeniden. Dünyadaki en korunaklı sığınağımıza. Bütün yaşadıklarımızı, bütün yaşayacaklarımızı bir kenara bırakıp, onun ocağındaki aşı yudumluyoruz iştahla. Tam karşımıza geçip hevesle bizi seyrediyor anne. Göğsünden hayata uğurladığı kırlangıcı. Hevesi azalmasın diye, daha bir kocaman alıyoruz lokmaları ağzımıza. Gizli bir oyun başlıyor anneyle çocuk arasında. Çok iyi hatırlanan, çok eskilerde kalmış. Sonra yumuşak yataklar seriyor altımıza. Gece, bir girip bir çıkıyor odamıza merakla: acaba yorganı tekmeleyip üstümüzü açtık mı? Mahsus üstümüzü açıyoruz azcık; gelip nizama sokuyor yorganı, kafamızı yastığa gömüyoruz, yeşil yosuna sokulan kuğunun başı gibi. Ama birden, bizim aralanmasın diye can attığımız bir sorunun üstü açılıyor, yılan gibi kıvrılıyor yorganın içinde. İniltiyle dökülüyor ağzımızdan cümleler: “Allahım, bir şey eksik ama ne?...”
Sonra gelecek günlerimizi boyadığımız tablonun renkleri karışıyor birbirine. Hep kaçtığımız o soruyu soruyoruz kendimize: “Yoksa eksik olan biz miyiz?..
Alıntı

Topallayan Yürekler

Fiziki sakatlıklar hemen dikkatimizi çeker. Mesela topallayan bir bacağı asla gözden kaçırmayız, ancak topallayan yürekleri de asla fark etmeyiz!

Herkese bir soru sormak istiyorum: Bir kör, sağır, ya da tekerlekli sandalyeye mahkûm bir engelli gördüğümüzde içimizden geçen ilk duygu nedir?

Acırız... İçin için "vah vah" çeker, "zavallı" gibisinden mırıldanırız. Halbuki bizden beklenen "acıma" değil, "anlama." Fakat heyhat: Kendini anlamayan başkasını nasıl anlasın. Biz ne kendimizi anlıyoruz, ne de birbirimizi. Bu yüzden hayat gitgide anlamsızlaşıyor. Çünkü sadece zorluklarını, olumsuzluklarını, kirli yanlarını yaşıyoruz.

Oysa hayatta bir sürü güzellik de var: Mesela güller açıyor, çocuklar gülümsüyor, yıldızlar göz kırpıyor, yağmur yağıyor, güneş doğuyor. Hayatın kışı ayrı, yazı ayrı güzel; denizin durgunu farklı, dalgalısı farklı güzel. Ancak bu güzellikleri fark edebilmek için görebilmek lazım. Şayet görmüyorsak, bir anlamda görme engelli sayılmaz mıyız?

Kuşların rengi ve ahengi, uçuşu da, ötüşü de ayrıdır... Yazın ayrı, kışın ayrı öter kuşlar. Ama her sabah kuş orkestrasının ahenkli ritmiyle uyanmak sadece duymayı bilenlere mahsus bir imtiyazdır... Yazık ki çoğumuz kuşları duymuyoruz... Kuşları duymadığımız gibi, eşimizi ve çocuklarımızı da (dinlemiyoruz ki) duymuyoruz... Bir anlamda işitme engelli sayılmaz mıyız? Sevmekten korkuyoruz. Sevsek bile bunu saklıyoruz...

Annemiz, babamız, eşimiz ve çocuklarımız onları ne kadar sevdiğimizi bilmiyorlar, çünkü sevgimizi söylemeyi zaaf sayıyoruz. Bir anlamda sevgi engelli sayılmaz mıyız? Sevdiklerimizin gönlünü alacak güzel sözler söylemiyoruz... Bir anlamda konuşma engelli sayılmaz mıyız? Elimizdeki güzelliklerle zenginlikleri fark etmediğimiz için, mutluluğu uzaklarda arıyoruz... Bir anlamda zeka engelli sayılmaz mıyız?

Sevgilerimizle birlikte kızgınlıklarımızı, küskünlüklerimizi de saklıyor, duygularımızı salt kendi içimizde yaşıyoruz. Bunu izah için de "kol kırılır yen içinde kalır" diyoruz. (Kol kırılıp yen içinde kaldıkça, kemik yanlış kaynıyor, böylece bir uzvumuz daha çarpılıyor) Bir anlamda cesaret engelli sayılmaz mıyız? Farklı inanan, farklı düşünen, farklı giyinen, farklı yaşayan insanları kabullenemiyor, sosyal hayattan dışlamaya kalkışıyoruz... Bir anlamda saygı engelli sayılmaz mıyız? Ve hep yakınıyor, sadece şikâyet ediyoruz: Yani şükür engelliyiz!

Bu anlamda engelli sayımız yedi buçuk milyon değil, belki de yetmiş buçuk milyon!.. Yaşamı idrak etmeden yaşayıp gidiyoruz işte!

Alıntı Yavuz BAHADIROĞLU

Avucunuzu Açmayı Denediniz mi?

Asya'da maymun yakalamak için kullanılan bir çeşit tuzak vardır. Bir Hindistan cevizi oyulur ve iple bir ağaca veya yerdeki bir kazığa bağlanır. Hindistan cevizinin altına ince bir yarık açılır ve oradan içine tatlı bir yiyecek konur. Bu yarık sadece maymunun elini açıkken sokacağı büyüklüktedir. Yumruk yaptığında elini dışarı çıkaramaz.

Maymun tatlının kokusunu alır, yiyeceği yakalamak için elini içeri sokar, ama yiyecek elindeyken elini dışarı çıkarması olanaksızdır. Sıkıca yumruk yapılmış el, bu yarıktan dışarı çıkmaz. Avcılar geldiğinde maymun çılgına döner, ama kaçamaz. Aslında bu maymunu tutsak eden hiçbir şey yoktur. Onu sadece, kendi bağımlılığının gücü tutsak etmiştir. Yapması gereken tek şey, elini açıp yiyeceği bırakmaktır. Ama zihninde açgözlülüğü o kadar güçlüdür ki bu tuzaktan kurtulan maymun çok nadir görülür.

Bizleri de tuzağa düşüren ve orada kalmamıza neden olan şey, arzularımız ve zihnimizde onlara bağımlı oluşumuzdur. Tüm yapmamız gereken; elimizi açıp benliğimizi, bağımlı olduğumuz şeyleri serbest bırakmak ve dolayısıyla özgür olmaktır!

Bu örnekle benzeştirirsek; ben, sahip olduğumuzu düşündüğümüz her şeyin bizim için birer tuzak olduğunu fark etmediğimizi düşünüyorum:

—Çoğunlukla konuşmaktan fazla bir özelliğini kullanmadığımız son model cep telefonlarına sahip olmak,

—Ortalama 15 m2´sini kullandığımız ama kullandığımız alandan 20–30 kat büyük evlere sahip olmak,

—Belki bir kez giydikten sonra çok uzun sure dolabımızın bir köşesinde unuttuğumuz günün modasına uygun giysilere sahip olmak,

—Okumadığımız kitaplara sahip olmak,

—Asla kadranın gösterdiği sürate ulaşamayacağımız en süratli arabaya sahip olmak,

—Bize günde 3-5 kez zamanı, başkalarına sürekli zenginliğimizi gösteren kol saatlerine sahip olmak,

—Vakit bulup gidilemeyen, gidilse bile dinlendirmekten çok uzak; tabiri caizse yorgunluktan haşatımızı çıkaracak deniz kenarına yakın bir yazlık, bir dinlence evine sahip olmak,

—Faizi, getirisi zarara uğramasın diye kıyıp harcanamasa bile bol sıfırlı bir banka defterine sahip olmak,

—Dünyalarına ve güzelliklerine katılamadığımız, asla yeterli vakit ayıramadığımız, başarılı ve diğerlerininkinden daha güzel çocuklara sahip olmak,

—Vaktimize, nakdimize, aklımıza, çenemize zarar verse bile bir futbol takımı taraftarlığına sahip olmak,

—Oturmadığımız koltuk takımları, izlemediğimiz dev ekran televizyonlar; kullanmadığımız, faydalanmadığımız daha nelere sahip olmak... Ya da sahip olduğumuzu sanmak...

O maymun gibi; avucumuzda tuttuğumuz sürece (faydalanamasak bile) sahip olduğumuzu sanmıyor muyuz? Ve ancak parmaklarımızı gevşetip bunlardan vazgeçtiğimiz zaman gerçekten özgür olup tüm yeteneklerimizi kullanabilir hale gelmeyecek miyiz?

Aslında biz bu dünyaya sahip olmaya değil, şahit olmaya gelmişiz, bunu bir anlayabilsek...

Alıntı

P.Coelho

...
"-Marie, farz et ki, iki itfaiyeci küçük bir yangını söndürmek üzere ormana girdiler. Sonra işlerini bitirip bir nehir kenarına vardıklarında birinin yüzü tümüyle siyaha bulanmışken diğerinin yüzü tertemizdir. Sorum şu: Bu ikisinden hangisi yüzünü yıkayacaktır sence?
- Aptalca bir soru bu. Elbette yüzü kirli olan.
- Hayır, yüzü kirli olan diğerine bakacak ve kendi yüzünün de onunki gibi olduğunu sanacak. Ve tersine yüzü temiz olan da yüzü kir içinde olan meslektaşını görüp kendi kendine: Ben de kirlenmiş olmalıyım. En iyisi yıkanayım diyecektir.
- Ne anlatmaya çalışıyorsun?
- Demek istiyorum ki, hastanede geçirdiğim süre içinde, sevdiğim kadınlarda hep kendimi aradığımı anladım. Onların sevgi dolu, tertemiz yüzlerine bakıyor ve o yüzlerde kendi yüzümün yansımasını görüyordum. Onlar, diğer yandan bana bakıyorlar ve yüzümdeki kiri görüyorlardı; ne kadar akıllı ya da ne kadar özgüvenli olurlarsa olsunlar, kendi yansımalarını bende görmeyi bırakıp olduklarından çok daha kötü olduklarını düşündüler. Lütfen, bunun sana olmasına izin verme."

"Bazı şeylerin gitmesini izin vermek işte bu nedenle çok önemlidir. Onları serbest bırakmak. Gevşek olanı kesmek. İnsanların hiç kimsenin işaretli kağıtlarla oynamadığını anlaması gerekiyor; bazen kazanırırz ve bazen de kaybederiz. Hiçbir şeyi geri almayı bekleme, yaptıkların için takdir edilmeyi bekleme, ne kadar zeki olduğunun keşfedilmesini bekleme ya da aşkının anlaşılmasını. Daireyi tamamla. Gururlu, yetersiz ya da kibirli olduğun için değil, sadece artık onun senin yaşamında yeri olmadığı için. Kapıyı kapat, plağı değiştir, evi temizle, tozdan kurtul. Geçmişte olduğun kişi olmayı bırak ve şu anda kimsen o ol."

Ne Zaman ?

Ne zamandı hatırlayamıyorum

Biz demeyi bırakıp ben demelere başladık

Her iyiliğin altını araştırıp

Bir tebessümle selamlaşmaları bıraktık

Dostlarımızın iyiliğinden mutlu olmak yerine

Kıskanmalara ne zaman başladık

Kalabalıklarda bulunup da

Ne zaman her birimiz aslında yalnızdık

Sevinçlerde yalancı kalabalıklar oluşturup

Ne zaman hüzünlerde kaçacak yer aradık

Hep aralık ve davetkar olan kapılarımızı

Sıkı sıkı kilitlemeye ne zaman başladık

Yaşlılara saygı göstermeyi bırakıp

Hangi gün saygısızlığı diz boyu yaptık.

İhaneti yalanı sadakatsizliği ne zaman öğrendik

Yüzümüz ne zaman kızarmaz oldu

Vicdanımızın sesi ne zaman kısıldı

Yapılan yanlışın gecesi uykusuzluklar bitip

Rahatsız olmaksızın derin uykular ne zaman geldi

Ne zaman vermeleri bıraktık

Hep almalar peşine düştük

Ne zaman iyilikle kütülüğü yer değiştirdik

Yanlışlar ne zaman hürmet görüp

Doğrular aptallık olarak nitelendirilmeye başladı

Peki ne zaman kalkacak bu gözlerdeki perde

Yeniden görmeye ne zaman başlanacak

Telafisi imkansız hatalardan

Ne zaman dönmeyi başaracağız

Ne zaman…

Alıntı