İş Çıkışı İçsel Bir Monolog
Mesai bitti. Okuldan çıktım, metroya doğru yürüyorum.
Kulağımda M. Yılmazyıldırım’dan “İzler” çalıyor. Bu şarkıda özellikle kemanın
tınısını seviyorum. Dinlerken; bir başkaldırıdan sonra gelen kabullenişi, içsel
bir yolculuğu ve ardından gelen dinginliği hissediyorum… “Hüzünlü bir veda ile
kaybolup gideyim” diyor. Ah, ne çok isterdim ben de gitmeyi…
Bana bir de şu şiiri hatırlatıyor:
“Bir misafirliğe gitsem
Bana temiz bir yatak yapsalar
Her şeyi, adımı bile unutup, uyusam…
Kalktığımda yatağım hâlâ lavanta koksa
Kekikli zeytinli bir kahvaltı hazırlasalar
Nerede olduğumu hatırlamasam
Hatta adımı bile unutsam…”
Ben de adımı unutsam. Soru sormasalar… Tanımadığım
sokaklarda yürüsem…
Ama metroya doğru yürüyorum. İnsanların yüzlerine
bakmıyorum; sadece iş çıkışı telaşını, hızlı adımlarını izliyorum. Bilimsel bir
açıklığı var mıdır? bilmiyorum ama bence insanlar, önlerinde hızlı yürüyen
başkaları varsa, ritmi yakalayıp hızlanıyorlar. Ben ise tam tersi; adımlarım
yavaş, kendi ritmimde.
Yürürken aklıma Sait Faik’in “iş avutur” sözü geliyor. Tüm
bu insanlar için de geçerli mi? bilmiyorum. Yüzlerindeki o yorgunluğu
görüyorum. Belki de Tanpınar’ın dediği gibi insan beyhude çalışırsa çabuk yorulur.
İşe anlam katmak önemli. Ama kim hatırlayacak bunu, iş çıkışı koşturan insanlar
arasında?
Belki de yorgunlukları yalnızca işten kaynaklanmıyordur.
Belki kalplerindeki kırgınlıklar, sessizce biriken özlemler, söylenmemiş
sözler, yarım kalmış hayaller ve uykusuz gecelerin sessiz yükü ile
birleşiyordur. Her adım, sadece iş temposunun değil; geçmişin yükü, geleceğin
belirsizliği ve bugünün ağırlığıyla da doludur. İnsanlar bu ağır yükleri
taşırken, yüzlerinde gördüğüm o yorgunluk; yalnızca bedenin değil, ruhun
yorgunluğudur. Fark edilmeyen bir mücadelenin… sessizce taşınan bir yükün
gölgelerde saklanan ağırlığının… sessiz çığlığın… ruhun derinliklerinin
yorgunluğu…
Sağımdan ve solumdan insanlar geçiyor; benim adımlarım ise
hâlâ ağır. Asansör kullanmak istemiyorum, yürüyen merdivende de yürümüyorum;
sağda bekliyorum. Bu sefer karşı merdivendeki insanlara bakıyorum. Aynı telaş,
aynı hız… Oysa hayatın hızlı temposu içinde yavaşlamak, gözlemlemek ve kendinle
bağ kurmak güzeldi. Solumdan insanlar hızlıca merdivenden iniyor. Sanırım tren
yaklaştı. Bir treni kaçırmışım, diğerine binmişim, oturmuşum, oturmamışım,
artık hiç fark etmiyor.
Önümden tren hızlıca geçiyor; ışığını izlemeyi seviyorum.
Bir film şeridi gibi… Geçmiş, tünelin duvarlarından sıyrılıp yüzüme dokunuyor.
Sonraki trene biniyorum. Ayaktayım. Camdan gözlerimin içine
bakıyorum. Gözlerimin içine bakmayalı çok mu oldu diye düşünüyorum. Ben bunları
düşünürken metro karanlığın içinden akıyor; ışıklar cama vuruyor, geçmiş
gözlerimden süzülüyor, ruhumun derinliklerinden geçip hatıraları uyandırıyor.
Çocukluğum, eski bir yaz akşamı, yarım kalan bir cümle beliriyor. Hepsi bir
anda gözlerimin önünde dans ediyor.
Her istasyonda bir ışık çakıyor ve ben o ışıkların arasında
kendimle baş başa kalıyorum: bir uyanış, bir hatırlayış… Her ışık, sadece
tüneli değil, kalbimi de aydınlatıyor. Hayallerimi, tutkularımı, başardıklarımı
ve başaramadıklarımı hatırlıyorum. “Neden böyle oldu?” duygusu… Camın ardında
bir bakışa yakalandığım an, içimdeki sessizlik dağılmaya başlıyor.
Gideceğim yere varmışım; henüz hayallerime varamasam da…
Bugün o ışıklar, sadece tünelin değil, içimin de haritası oldu.
Öz., Ekim 31, 2025
Fotoğraf: Öz., Metro, Göztepe-Kadıköy/İstanbul, Ekim 14, 2025